22 Ocak 2011 Cumartesi

derste olanlar

 mail adresinizi herhangi bir yere yazarken @ ya da "nokta" yerine "et" ve "dot" yazarak kullanın. interneti tarayıp mail adreslerini kaydeden programlar var ve bunlar sizin gelen kutunuzdaki spam'lerin yüzde 30'una sebep olur.






hoca derste coşup anlatacagı konunun derinliklerine inip "temsil" adlı kelimenin etimolojik kökenini anlatmaya başladığı an sıkıntının ilk emareleri başgösterir: salya, uyuklamak, aptal aptal dışarıyı süzmek... gibi. bunlardan birkaçını göstermeye başladınız artık dersten verim almayı bırakmış ne zaman uyuyacağınızı düşünüyorsunuz. güneş ışınlarının camdan süzülüp içeri vurması zaten sıcak olan binayı daha da sıcak yapmıştı. kış mevsiminde bu sıcak gün insanlara What The Fuck dedirtiyordu. hepsi normalinden kat kat giysiler giymişti çünkü. bellki de sizi uyuklamaya iten bu sıcaklık idi.


bu kadar sıkıcı ve sadece hocanın sesinin yankılandığı oda kapının çalınmasıyla bir süreliğine olsa da sınıfı bogucu durağanlıktan kurtardı. içeriye giren adamın görünüşü ise tüm sınıfı uyandırdı. 1.95 boyunda siyah saçlı köşeli, orantılı yüzü ve saçları briyantinle yana yatırılmış uzaktan bakıldığında wall street özentisi diyebileceğiniz siyah beyaz bir takım giyen bu adam sınıftaki kızların aklını bir anlığına meşgul edecek kadar yakışıklıydı hem de.


gülümsediğinde düzgün ve sıralı bembeyaz dişleri ile adeta sınıfa kocaman bir hoşgeldin dedi. daha sonra elini ceketinin içcebine daldırdı ve oradan özelliklerini bir bir sayarsam çok havalı görüneceği susturucu takılmış siyah bir silah çıkarttı.

zaman durmuş gibiydi. en azından senin için. namluyu sana doğrulttuğu an içinden geçenler ne ailen ne de kızarkadaşın idi. sadece ve sadece içinden  tekrarladığın"ne olur beni öldürme" cümlesiydi. düşüncelerin duyulmamış olacaklardı ki adam tetiği 3 kez çekti. kurşunlar göğsünde 3 delik açarken pek birşey hissetmiyorsunuz şoktan. vücudunuz her kurşunda ufak bir kıpırtı koyuveriyor. ama tabi adam biraz büyük kurşunlar kullandığı için çıkış yolları giriş yollarından daha büyük oluyordu. 3 kurşun yedikten sonra göğsünüze bakıyorsunuz delinmiş ve içinden kapkara kan sızıyor. kanın bir bölümü ise arka sırayı kirletmiş ve arkanızdaki sırada daha parlak ve kırmızı bir halde ufak noktacıklar gibi püskürmüş.

sesi kesiyorlar sanki. sınıfta bir kargaşa var ve herkes çıkış kapısına yığılmış halde. hoca ortalarda yok çünkü sılahın ilk sessiz vızıltısından sonra tüymüş. sınıf arkadaşlarınız kapıda birbirini ezerken seni vuran adamla gözgöze geliyorsunuz. yüzünde aptal bir şaşkınlık ifadesi var. agzın hafifçe açılmış mal gibi bakıyorsun adama. neden mi?


Devamı Yarın...

21 Ocak 2011 Cuma

yakın gelecekte şarkılar





düşünmeye ve yaratıcı olmaya en yatkın olduğunuz an ve en iyi fikirler duş alırken ya da otobüsteyken gelir.








şarkıların her zaman aşk ya da insani bir duygu hakkında olması çok sıkıcı ve olağan birşey. ya size yakın gelecekte şarkıların içeriğinin tamamen değişeceğini ve kapitalist sistemin eskisinden daha büyük bir yardımcısı olacağını söyleseydim?

şimdi bile karşımıza çıkan şarkı sözlerinde yer alan ürün reklamı içeren sözler şarkının kendisinin üretilme amacının önüne geçecek ykaın gelecekte.mesela artık terkedilen kadın ağlamayacak sevgilisi için şarkılarda, biten ve hiçbiryerde bulamadığı parfümü için ağlayacak, onun için şarkı söyleyecek. çok saçma ama o zaman garipsenmeyecek birkaç şarkı sözü yazayım buraya.



zaten bunun en basit  örneklerini şimdi bile görebiliyoruz. en basitinden bu yaz gece kulüplerini şenlendirecek " flying like a G6" şarkısında geçen G6 aslında pontiac g6 otomobildir ve bu şarkı sayesinde satış rakamlarının arttığı söyleniyor.





bu teorinin en destekleyici tarafı ise şarkılara ulaşımın internet ile sınırsız olması ve şarkıyı icra eden sanatçının bu yüzden geçimini sağlayamaması. böyle olduktan sonra şarkıcılar sadece şirketlerden sipariş alıcak ve onların ürünleri hakkında şarkılar yazıcak. birkaç yıl sonra büyük şirketler sanatçı takımı oluşturacak. şirket orkestrası tarzında pop şarkıcı alımları yapacak, rock n roll yapan sanatçılara para yıgacak, yeter ki ürünleri hakkında şarkı yapsınlar diye.


benim asıl merak ettiğim şey bu klasik taktiğin  genişlemesi ve bütün bir müzik endüstrisini kölesi haline getireceğidir. tabi müzik ruhunu öldürür mü bilinmez. aklıma cubic ofislerde, bilgisayar ekran ve kasası yerine minimal müzik enstrümanları bulunan Tarkan, Sezen Aksu, Serdar Ortaç tipleri geliyor. bakalım kapitalizm bu yeni dalı nasıl şekillendirip ondan nasıl maksimum kazanç sağlayacak.




bahsettigim şey aptal reklam şarkıları değil. bahsettiğim şey yeni yüzyılın şekillenecek müzik piyasasının yepyeni bir sanatıdır.

10 Ocak 2011 Pazartesi

curios case of sevim özkurt

kimliğinizi kaybederseniz altmış TL ceza ödemelisiniz, ama bir karakola gidip basit bir tutanak tuttursanız çalındığına dair o zaman para ödemiyorsunuz.





 annesi ve babası şirinevler denen yozlaşmış semtten taşınmaya karar verdiklerinde kahramanımız kızıl saçlı minyon sevim adlı bir liseli kızdı.






aslında kendisi güzel bir kızdı ama kendine güveni olmadığı için içine kapanık büyüdü. etrafındaki erkeklerin ilgisi, kendisi hariç herkes tarafından görülebiliyordu. küçük ama sıkı bir arkadaş grubu ile vakit geçirirdi sevim ve önem verdiği şey dersleriydi. bakacak bir kardeşi ya da yerine getirmek zorunda olduğu başka bir yükümlülük olmadığı için bu kız hep derslerine çalışır, en ön sırada oturur ve her zaman 100 alırdı. etrafındaki öğretmenler onun geleceğinin parlak olduğunu ve boğaziçi üniversitesini kazanacağını söylüyorlardı.







herşeyin lise 3 yazının bitiminde değişeceğini kendisi de bilmiyordu. babasının taşınmak için seçtiği yer istanbulun merkezi pisliğinden epey uzakta hayalet bir semtti. mortage gazıyla evler inşa edilmiş ama
evde oturanlar pencerelere asılmış kiralık ilanlardı. 3 aylık tatil, yeni bir oturma odası takımı ve semtin
yakınındaki alışveriş merkezi bu ölü semti biraz olsun alıştırmıştı. ayrıca okulların açılıyor olması sevimi
içten içe sevindiriyordu. bu boşluğu doldurmanın başka bir yolu yoktu çünkü.







aptal törenlerden ve sıkıcı formalitelerden ilk bir ay sonra sevim eski hayatını daha fazla özlüyor değildi.
ders bazında kendini ispatlamayı henüz başaramamıştı ama iyi arkadaşlar edinmişti. daha önce okuduğu
okulların aksine burası daha profesyonel bir egitim anlayışına sahipti ve üniversiteye giriş sınavında ciddi
bir başarı elde etmenin tek yolunun burası olduğu aşikardı.






tek bir sorun vardı sadece: ulaşım. evlerinin üç sokak ötesinde uzunca bir yokuşun aşagısındaydı okul ve
hafta içi hergün yokuş inip çıkmak kızımızı zorluyordu. bu mesafe bir insanın yürüyüp yorulacağı ama
hiçbir taksinin veya taşıtın kullanılmasını gerektirmeyecek kadar uzun bir yoldu. sokağın sonunda
alakasız bir yerde checkpoint gibi sıyıran iş yapamayan bir bakkal vardı, bunun dışında boştu tüm yollar.
park edilen arabalar bile seyrekti.






kış ayı yaklaşana kadar sevim bu yollardan geçerken zorlanmıyordu ama ne zaman günler kısalıp geceler uzamaya başladığı zaman gideceği yol ona daha bir zor görünüyordu. akşamın karanlığında bu ıssız
yolda yürümek en cesur kızın bile gönülsüzce yapacağı bir işti.







son birkaç yolculukta sevim ilginç birşey daha keşfetti. ilginç ama rahatsız. sinek avlayan bakkalın
alışkanlıkları bir garipti. normalde dükkanının önünü süpürmeyen bu adam artık her sabah plastik
koltugunu dışarıya kurup tesbihi elinde gazete okuyordu. akşam olunca da aynı yerde çay içiyordu.
yolculuğun zorluğuna alışan sevim artık başka şeylerin farkında olmaya başladı ki o da bu adamın
yaptığı ritüelin amacının gazete okumak ya da birşeyler içmek değildi. her yolculuğun başında o kalın
kaşlarının altında sevimin gidip gelişini izliyordu. ilk başlarda sevim buna aldırmadı ama daha sonraki
haftalarda artık adam rahatsız ediciliği bırakıp ürkütücü olmaya başlamıştı. çay içmeyi yada gazete
okumayı bırakmış elindeki tespihle sevime gözlerini dikiyor, sakallarını ovuşturup sevimin bakışlarını
farkedince uzaklara bakıp daha sorna tekrar taciz eden gözlemine devam ediyordu.






önceleri yürüyüp sakin çıkılan yokuş artık hızlı hızlı yürünüp gözler önde aşılıyordu. geç saatlerde
bırakan okul da duruma yardımcı olmuyordu. hatta bir keresinde etüd yapılan bir cuma gecesinin
sonunda kızcağaz 10 da çıkabilmişti anca. köpekler tarafından kovalanırcasına yokuşu çıkan sevim tek
tük geçen araba farları ışıgında rahatlıyor olsada bu gece tekin değildi. sapık bakkalın dükkanının bile
kapalı olduğu göz önüne alınırsa hiç ama hiç tekin değildi.





eve yaklaştıkça korkunun yerini alan güven ile sevim adımlarını sıklaştırdı ve 1. sokağı geçti.
Ve tam o anda agzı bir bantla kapandı ve tepki vermeye fırsat bulamadan sahibi belli olmayan güçlü
kollar onunkilerini arkada kıstırıp beline inanılmaz bir baskı yaptı. bant çok kalın olduğu için sevim
ses çıkaramıyordu ve arkasındaki adamın zorladığı yönden gitmekten başka çaresi yoktu: o kadar
korkuyordu ki . ..



 gözlerini korkudan açamıyordu ki kız anca kafası kapı eşiğine çarpıp camları zangırdatınca götürüldüğü
yerin o bakkal olduğunu anladı.




DEVAMI YARIN...

5 Ocak 2011 Çarşamba

Bilincin Açılıyor ve Rüyayı Yarım Bırakıyorsun

yalan söylerken avuçiçlerinizin açık olmasına dikkat edin. ikna kabiliyetiniz artar.




sabah laptop  karşısında uyanıyorsunuz . telefonu açıp alarmdan 10 dakika önce uyandıgınızı görüp alarmı kapatıp 2 dakikalığına gözlerinizi kapatıp tatlı uykunun zevkini alıyorsun. aklınıza o günkü okul programı gelince istemeye istemeye gerinip sıcacık yorganın içinden çıkıyorsunuz. tuvalete gidip kısa rahatlama faslından sonra normalde soguk suyla yüzünüzü yıkamak gerekirken o üşengeçlik ile sıcak suyu açıp yüzünüzdeki nesneleri birbirine karıştırırcasına yıkıyorsunuz. sonra dişlerinizi fırçalıyor ve üstünüzü giyip aşagı inince o yeni fırçalanmış dişler ile masaya oturuyorsunuz. mutfakta meleğinizin ayakta dikilip yağ cızırtıları eşliginde yumurta pişirdiğini, babanızın ise asla hayal edemeyeceğiniz bir saatte kalkmış hazır durumda görüyorsunuz. bu adam hiçbir zaman yıkılmayacak bir kale gibi hayatınızda en çok güvendiğiniz kişi. çoktan kahvaltısını yapmış çayını yudumlarken televizyonda gazetele manşetlerini anons eden programı izliyor (sıradaki haberimiz milliyetten, kılıçdaroğlunu manşetine taşımış).

yarım yamalak hızlıca yemek yiyip dünden hazırlanan çantayı alıp kapıya dikiliyorsunuz. anneniz babanıza ceketini giydiriyor ve kravatını düzeltirken ondan bir öpücük ve yanında bugünkü alışveriş için bir miktar para da alıyor.

sabah soğuğuna dalıp arabaya biniyorsunuz. ilk binen sensin ama baban binince sanki araba yerinden oynuyor ve buna tepkiymişçesine kapıyı kapatınca duyulan ses ile araba kıvırtmayı bırakıp anahtarın dürtüklemesiyle büyük bir homurtu koyup yollara dalmaya hazır oluyor. okula beklenilenden erken gelmiş, arabada sabah şekerlemesini bile yapamamışsınız. babanıza veda edip okula geliyorsunuz.

2 saatlik beyin jimnastiğinden sonra otobüslere doğru yol alıp hocayı çekiştirken cebinizin derinliklerinden ben burdayım dercesine telefon çalıyor. arayan "babam".

-efendim baba?
- siz x beyin oğlu/kızı mısınız?
-evet..kim arıyor?
-kartal devlet hastenesinden arıyoruz. babanız ile ilgili bir durum var.
-n-ne oldu? ne oldu babama?
-buraya acil gelebilirseniz çok iyi olur iyi günler.

beyin, bir anda hücum eden soru işaretlerini kaldıramaz ve vücudunuza anlamsız şeyler yapmasını emreder: terlemek, hızlı kalp atışı, geçici sağırlık... otobüse siktir çekip taksiye biniyorsunuz ve adresi söyleyip yolculuğun geri kalanında arka koltukta yolları seyrederken aklınıza gelebilecek durum senaryolarını gözden geçiriyor ve söylediğiniz her kelimeden sonra allaha yalvarıyorsunuz.

hastaneye geldiniz. taksiye parasını verip ayağınızı dışarı attığınızda titrediğinizi farkedip umursamadan acile koşuyorsunuz. kısa bir süre sonra resepsiyona bir polis geliyor ve sizi kolunuzdan tutup sorularınızı gözardı edip geçiştirirek bir odaya getiriyor.

duvara gömülü metal çekmeceler ile dolu ürpertici bir oda burası. iki çelik masadan ve üstündekilerden başka birşey doldurmuyor odayı ve buna rağmen çok basık ve havasız bir oda. sanki hava donmuş ve nefes borunuzdan geçmiyor.

-e5 karayolunda bu sabah zincirleme bir trafik kazası oldu. 2 ölü ve bir tane ağır yaralı var. sakin olun şimdi sizden yapmanızı isteyeceğim şey doktor arkadaş gelince cesedi teşhis etmeniz.

polisin duygusuz sesleri kulağınıza çarpıyor ama onu duymayıp gögüs kafesinizin içinde deli gibi atan kalbin sesini davul vuruşları gibi kulagınızda hissediyorsunuz. odaya giren plastik elli kısa boylu doktor polise başıyla selam verip birinci masanın karşısına geçiyor ve polisten aldığı onay ile örtünün başını kaldırıyor.

korkunç gerçeklik, sizin yol boyunca hatta örtü açılana kadar içinizde susmak bilmeyen umudun ve duanın yakarışlarını bir köpek yavrusunu boğar gibi acımasızca boğuyor. çünkü babanız o masada başında iri ama lekesiz bir çatlak ile çıplak halde yatıyor. bu sabah görüp konuştuğunuz, bir sıcaklığın odak noktası olan bu beden şu an kıpırtısız ve odayla el birliği edermişçesine hareketsiz duruyor. aniden gögsünüzde büyüyen birşeyin farkına varıyorsunuz. içi boş bir balon gibi inip kalkıyor gögsünüz hızlı bir şekilde ve bacaklarınız ile elleriniz inanılmaz bir biçimde hissizleşiyor ve bu hissizlik boynunuza ve kafanızda doğru ilerliyor. düşünce balonlarını durdurmak , zamanı durdurmak istercesine başınız hissizleşiyor ve düşünme kabiliyetinizi kaybediyorsunuz. ağzınızda biriken yapışmışlığı yutuyor ve deminden beri birşey sormak ister gibi duran polise birşey hissetmeyen kafanız ile başınızı sallıyor ve onu doğruluyorsunuz.

kolunuzdan tutup bir anda yoğun ışıklı hastane koridoruna çıkarıyor polis sizi. koltuklardan birine oturtup olayı anlatmaya başlıyor.

devamı yarına....